40’tan Sonra Başlayan Bir Triatlon Hikayesi

    Yaş 40, benim için tam bir milat oldu diyebilirim. Spor anlamında da, hayatın içindeki dengeler anlamında da. Bir şeyleri baştan tanımladığım, bazılarını bırakıp bazılarını sahiplendiğim bir dönemdi. Belki de 40’tan sonra gelen her şeyin biraz “seçilmiş” hale gelmesindendi bu; çünkü artık neyi neden yaptığımı, neye zaman ayırmak istediğimi biliyordum. Ve bu yüzden, bu yaşta başlayan triatlon hikayesi benim için sadece bir spor hikayesi değil, aynı zamanda zamanla, sabırla, aileyle ve kendimle kurduğum bir ilişki haline geldi.

    Aslında triatlon hiç planımda yoktu. Bir sabah uyanıp “hadi triatlet olayım” demedim. Bundan üç sene önce masa başında çalışmanın getirdiği yan etkilerle sırt ağrılarıma çare ararken kendimi haftada altı gün yüzerken bulduğum, yoga ve kuvvet antrenmanlarına başladığım, kısa bir süre sonra da ansızın koşu ve bisikleti hayatıma dahil ettiğim, henüz 5 yaşındaki oğlumla birlikte daha fazla hareket etmeye, oyun oynamaya başladığım, onun peşinden bazen kaykayla, bazen bisikletle, bazen de snowboard’la yol aldığım bir dönemdi. Benim için her şey biraz da oğlumun merakıyla başladı ve onun enerjisiyle yeniden hareket etmeye başladım. Ama sonra fark ettim ki bu hareketin içinde ben de yeniden nefes alıyordum; yıllarca biriktirdiğim sorumlulukların, işin, yetişkinliğin arasında yeniden çocuk gibi hissettiğim anlar vardı. Ve sanırım triatlona beni asıl çeken de bu duyguydu — yeniden o “çocuk gibi hissetmek”.

    İlk yüzme antrenmanımı hatırlıyorum; suyun içinde değil, sanki zihnimde boğuluyordum. Suyun üstünde kalmaktan çok, düşüncelerimin altında kalıyordum sanki. Ama zamanla öğrendim, suyla savaşmamayı, ritmi bulmayı, akışa güvenmeyi. Bisikletin özgürlüğünü, koşunun yalnızlığını, yüzmenin teslimiyetini sevdim. Üçü bir araya geldiğinde ortaya çıkan o bütünü — yani triatlonu — anlamam zaman aldı. Çünkü triatlon, sadece üç sporun birleşimi değil, üç farklı karakterin uyumuydu: biri özgür, biri disiplinli, biri sabırlı. Ben hepsini aynı anda olmaya çalıştım.

    Antrenmanlar arttıkça, fiziksel yorgunluk kadar, hayatın geri kalanında da denge kurmanın ne kadar zor olduğunu fark ettim. Sabah erken kalkıp antrenman yapmak kolaydı belki ama akşam oğlumla oyun oynamak, işte konsantre kalmak, evde bir şeyleri yetiştirmek… asıl sınav buydu. Bu yüzden bu yolculuğun en zoru fiziksel değil, zaman yönetimiydi. Ve bu noktada en büyük desteği ailemden gördüm. Eşim, sabahın köründe, akşam mesaiden sonra ya da gece yarısından önce sessizce çıkıp gittiğim anlarda hiçbir şey demedi belki ama yüzündeki anlayış her şeydi. Oğlum, “baba bugün antrenmanın var mı?” diye sorduğunda aslında bana hatırlattığı şey “baba, bizim zamanımız da var”dı. Bu dengeyi kurmayı çoğu zaman matematikle değil, kalple yaptım. O yüzden bu hikâyenin en güçlü tarafı aslında ailemin sabrı ve desteği.

    Geçen sene de ilk kez triatlon adına ironman hedefi ile çıktığım yolda antrenmanlarıma iş nedeniyle zorunlu bir ara vermiştim. Motivasyonum çok düşmüştü, biraz da kendimle inatlaşıyordum sanırım, bu spor belki de bana göre bir şey değil gibi geliyordu. 2.5 ay sonra iş seyahatinden dönüp de bir gün koçuma antrenmanlara başlasak yarışa yetişebilir miyim diye sorduğumda neredeyse gülmüştü. “Olmaz öyle şey, çok zor, 6-7 saat sürer, işkenceye döner, gerek yok, istersen sen önce antrenmanlara kendin dön bi bak, dört hafta kala konuşalım tekrar” demişti. Kendi başıma antrenmanlara dönüp her şeyin eskisi gibi olmadığını anlamam biraz zaman aldı ama dört hafta kala “haklısın koç olmuyormuş, ben yarıştan çekiliyorum” demiştim. O zaman için doğrusu oydu ama bu sene bambaşka geçmişti, yıla güzel başlamış yıl ortasına kadar çok yol katetmiştim ama bu defa da yaz geldiğinde kendi isteğimle antrenmanlara ara vermiş, üç ay her şeyi bırakıp bir önceki yıl yokluğumun bedelini ödercesine ailemle vakit geçirmeye çalışmıştım ve yarıştan yine çekilme kararı almıştım. Üç ay sonra okulların açılmasıyla yine yeniden koçuma antrenmanlara tekrar başlayabileceğimizi ama yine de yarışa katılmayacağımı paylaştığımda yine aynı cümle ile giriş yapıp "olmaz öyle şey, devam!" demiş ve bu sefer o bana inanmıştı. Bir buçuk ay içinde kademeli yüklerle, dikkatli planlarla ilerledik. Ve bir noktada şunu fark ettim: hiç bir geri dönüş kolay değildi ve antrenmanların kendisi, yarıştan çok daha zordu. Yarışta hissettiğim dinginliğin sebebi de o antrenmanlardı; çünkü acıya, sabra, tekrar etmeye alışmıştım.

    Bu yolculuğum boyunca bana eşlik eden insanlar da bu hikâyenin önemli parçaları oldu. Komuşlarım, Anka Bike ve MADADOST, mahalle sohbetlerimizin uzun mu uzun bisiklet sürüşlerine dönüşmesi. Spor Yapan Yazılımcılar, bir mesaj grubundan dünyanın farklı yerlerinde birbirimize uzak olsak da olsak sanki yan yanaymışçasına spor yaptığımız, dertlerimizi, başarılarımız paylaşıp birbirimizi ileri taşıdığımız bir motivasyon kaynağına dönmesi. Run Urban, koşuya ilk başladığım zamanlar çok şey öğrendiğim, kısa sürede büyük bir yol kat ettiğim hafta da üç gün birlikte koştuğumuz, son zamanalarda da her zaman olmasa da bazı hafta sonu uzun koşularımın vazgeçilmezi olarak hayatımda olması. OPLOG, iş arkadaşlarımızla spor sohbetlerimizin sohbet olmaktan çıkıp haftada iki gün sabah koşuları ile birlikte paylaştığımız spor aktivitelerine dönmesi.

    Kimi zaman yalnızlığımdan güç aldım antrenmanlarımda, kimi zamanlarda grup aktiviteleri ile arkadaşlarımın enerjisinden...

    Son olarak Yüksel Balcı ve Alper Dost, hem antrenman arkadaşlarım hem dert ortaklarım. Yüksel, bu yarış en büyük destekçilerimden ve yol arkadaşımdı. Alper, de son dakika trisuite ve wetsuit’ini paylaşarak yarışın en kritik eksikliğini tamamlamıştı.

    Ve tabii Ruso — hem koçum hem de dostum — bu yolculuğun temel direklerinden biri oldu. Ruso sadece plan yazmadı, bazen moral verdi, bazen fren oldu, bazen sadece sustu. Ama her seferinde beni doğru yöne yönlendirdi. Birlikte çok şeyin üstesinden geldik. Bugün geriye dönüp baktığımda, bu süreçte en çok ona ve kendime teşekkür ediyorum; çünkü ben vazgeçmek üzereyken, o bana benden çok inandı; ben acaba geri dönebilir miyim diye kendimi sorgularken o sadece vücudumu değil, inancımı da yeniden çalıştırdı.

    Ve nihayet yarış haftasına geldiğinde ise zihnim tuhaf bir sakinlikteydi. Sanki heyecan değil, kabul vardı içimde. Artık elimden geleni yapmıştım, belki istediğim noktada değildim ama vücudum hazırdı, geriye sadece o sabahı yaşamak kalmıştı. IRONMAN 70.3 benim için bir hedef değil, bir dönüm noktasıydı. Çünkü bu defa bitirmek değil, kendimi tamamlamak istiyordum.

    Yarış Günü – Belek’te Bir Sabah

    Yarış sabahı Belek olağanüstü sessizdi, T1 noktasında havada son hazırlıkların hışırtısı, fısıltıların uğultusu ve heyecan vardı. Ne bir panik vardı içimde ne de taşkın bir heyecan; sadece derin bir sakinlik. Sanki uzun zamandır hazırlanıp da sonunda yerine oturan bir parça gibiydim. Ancak içimde bir yandan bir gün önce yaşadığım duygularla kavga ediyordum, ilk kez denediğim wetsuit ile güzel bir başlangıç yapmamıştık swim check’de ve bu deneyim neredeyse yarış kaydımı relay’e döndürme girişimine, yüzme etabını başkasını yapmasını isteyecek noktaya kadar ilerlemişti. Günün sonunda relay için birini bulamamıştım, bunun için üzgün ya da canı sıkkın değildim, aksine bununla savaşmak için de hazır olduğumu farkettim; yarıştan yaklaşık 40 dakika önce, suya girmeye karar verdim. Bir önceki gün yaşadığım o panik hissini, göğsümün sıkışmasını, nefesimin yarıda kalışını hatırlıyordum. Bu sefer farklı olacaktı. Yavaş yavaş suya girdim; önce bacaklarımı, sonra omuzlarımı ıslattım. Soğuk suyun şokunu geçmesini bekledim. Göğsümü esnettim, nefes egzersizleri yaptım, wetsuit’in altında gövdemin açıldığını hissettim. Sonra 300-400 metre kadar yüzdüm, omuzlarım gevşedi, kollarım açıldı, nefesim düzene girdi. Bir anda suyla kavga etmeyi bıraktım. O an, yarış başlamadan önce içimde biten bir savaştı. Artık korkmuyordum. Suyun üstünde değil, içinde olmanın huzurunu bulmuştum.

    Ve start zamanı geldiğinde, suya ilk kulaçta hissettiğim şey korku değil, tanıdıklık oldu. Sanki bir yere dönüyordum, uzun süredir uzak kaldığım bir yere. Suya girdiğim an soğuk yüzüme çarptı ama dünkü gibi olmadı. O ilk nefes çok kolaydı, göğsüm rahattı. Kafamda sesler: “Sakin ol. Nefes al. Devam et. 1-2-3-nefes-1-2-3-nefes”. Gerçekten de alıştım. Ama ilk dubaya yaklaşırken, tam sol taraftan nefes almak için kafamı kaldırdığım anda birinin eli, bir yumruk edasıyla elmacık kemiğimin üzerine indi. O darbenin sesi hâlâ hafızamda. Bir an nefesim kesildi, nefes almak için su yüzüne çıkan yarım suratım nefes alamadan suyun içine geri döndü, su yuttum, gözlüğümün içine su doldu. Neyseki gözlük kafamdaydı, bu şekilde gözlüklerini kaybeden yakın arkadaşlarımın hikayeleri aklıma geldi, bonemi gözlüğümün üstüne giydiğim ve gözlüğüme hala sahip olduğum için buna da hazırlıklıydım. Panikle yakınımdaki dubaya birkaç kulaç attım, ama durdum. Dubanın orada yüzeyde kalıp gözlüğümün içindeki suyu boşalttım ve nefesimi dengelemeye çalıştım. Elmacık kemiğim ve başım zonkluyordu ama bırakmadım. Bir sonraki dubaya baktım ve “Devam et” dedim kendime. Bir duba daha, bir nefes daha… Ama nabzım tekrar yükselmişti ve nefesim kısa kalıyordu. Sonraki dubada tekrar durdum, kanodaki görevli gelip “dubaya tutunamazsın diskalifiye olursun” dediğinde, "edersen et, bana doktor çağır, yüzüme darbe aldım" dedim ve bir kaç dakikada doktor geldi. Bottan gözüyle süzüp “İyi misin, ne oldu, devam etmek istiyor musun?” diye sordu. Ben de “Evet,” dedim, “birazdan.”, “eğer devam edemeyecek gibi olursan biz buradayız” dedi…

    O sırada suyun üzerinde durup, gökyüzüne baktım, etrafı süzdüm. Hiçbir ses duymuyordum, sadece kalp atışımı hissediyordum. Biraz bekledim, nefesim normale döndü ve yeniden başladım. Ama bir sonraki dubaya kadar aynı şey tekrar etti. Bu defa içimden “tamam,” dedim, “yarışın devamı için şimdi sudan çıkmam gerek.” Doktor botunu tekrar çağırdım. Botta görevlilere yarışa devam etmek istediğim beni çıkışa yakın bir yere bırakmalarını istedim, öyle de yaptılar. Çıkışın yüz metre yakınında tekrar suya bırakıldım, yüzerek çıkışa vardım. Yüzmeyi tamamlayamadım ama yarışı bırakmadım. O an anladım: “Sudan çıkmak, pes etmek değil. Devam edebilmek için doğru anı seçmekti.”

    T1 – Kum, Su ve Biraz Kaos

    Sudan çıkınca ilk his sıcaklık değil, ağırlıktı. Wetsuit’in altından su akıyor, ayaklarım kumla kaplanıyordu. T1 alanına doğru yol alırken Ruso'yu ve arkadaşlarımı gördüm, yüzümde ne var ve nasıl görünüyordum bilmiyorum ama Ruso'nun "iyi misin" diye sorduğunu, durup ne olduğunu anlatmaya çalıştığımı hatırlıyorum ve ardından "devam-devam" diye yönlendirdiğini ve adımlarımı atmaya devam ettiğimi... Poşetime ulaşıp açtım, her şey olması gerektiği gibiydi ama kumlu ayakla çorap giymek öyle değilmiş; ne kadar sildiysem de ayağımı, suyla durulamaya çalışsam da kumlardan kurtulmak kolay olmadı. BİB kemerini takarken elim ayağamı dolandı, tokasını kapalı tutup alttan giymek gerçekten daha mantıklıymış ki bu konuda da uyarılmıştık, tokayı aç kapa derken zaman aktı gitti. Ama içimi bir huzur kaplamıştı, artık zamanla yarışmıyordum; sadece kendimle. T1’den sekiz dakikada çıktım ama içim rahattı. Çünkü o sekiz dakikanın her saniyesinde gerçekten oradaydım.

    Bisiklet – Rüzgâr ve Sessizlik

    Bisiklet parkuruna çıktığımda yüzmenin içimde bıraktığı karmaşa geride kalmıştı ama elmacık kemiğimdeki acı, başımdaki ağrı devam ediyordu. Rüzgâr hafifti, yol pürüzsüz. Planım belliydi: IF 65–67 civarında, kontrollü bir tempo. Ruso ne dediyse ona sadık kalmalıydım… Ama yüksek nabızla çıktığım ilk kilometrelerde IF 75’lere kadar yükseldim. Bunu fark edip yavaşladım, 70’e çekip o aralıkta kaldım. O aralıkta sürmek iyi hissettirdi. Bacaklarım güçlü, nefesim dengeliydi, suyun bıraktığı o “bitiremedim” hissi yavaş yavaş “devam ediyorum”a dönüştü. Kendimi yarışın içinde değil, kendi planımın içinde hissetmeye başladım. Ve triatlon tam olarak buydu: başkalarıyla değil, planınla yarışmak.

    Son 20 kilometrede bir aid station’da durup elektrolit aldım. Daha önce hiç denemediğim bir markaydı. Ne tadı hoşuma gitti ne etkisini tam anlayabildim, ama zararı da yok gibiydi. Carb’lı suyumla dönüşümlü içmeye devam ettim ve parkuru olması gerektiği gibi tamamladım. Ortalama 30km/h hız, 160w güç, 170w NP ile 2:55 süreyle bitirdim, hedef yaklaşık 3 saatti ve her şey yolunda gibiydi. T2’ye vardığımda daha da bi huzurluydum ama kafamda bir şeyler dönüyordu: “Bir şeyler tadını kaçırabilir ama yarışın tadını kaçırmasın.”

    T2 – Küçük Derslerin Alanı

    Bisiklet park alanına girdiğimde artık güneş yükselmişti. Çantama ulaşıp ayakkabıları çıkardım, ayakkabının içine tıkıştırdığım küçük su şişesi, jel, her şey sıkışmış, birbirine girmişti. Ama garip bir şekilde stres yapmadım. Sakin kalıp her şeyi bankın üzerine koydum, koşu ayakkabısını giyerken bağcıklar karmakarışık geldi, sanki ayakkabı bağlamayı yeni öğreniyor gibiydim. O an dedim ki: “Bir sonraki yarışta klipsli esnek bağcık şart.” Bu karmaşanın içinde tanıdık yüzlerle T2’ye gelince sohbet etmeyi de ihmal etmedim. O kısa sohbet bile içimi ayrı rahatlatmıştı. T2, yarıştan çok hayat gibiydi: küçük karışıklıklara rağmen devam etmek gerekiyordu. Buradan çıkmam beş dakika sürdü, ve koşuya başladım.

    Koşu – Bedenle Barışmak

    Koşunun ilk kilometreleri biraz hızlıydı. Plan bu değildi, saatime baktım, 4:50 pace. Yine de iki hafta önce Amsterdam’da yarı maratonu 4:40’la koşmuştum, o yüzden o an normal gelmişti ama triatlon koşusu bambaşka bir dünyaydı ve üçüncü kilometrede hâlâ iyi hissediyor olmama rağmen tempoyu biraz düşürüp sonra hızlanmak daha iyi olacak deyip yavaşlamaya başlamıştım ama 5. kilometrede aldığım kafeinli jel her şeyi değiştirdi ve karnıma bir ağrı saplandı. Ne dalak sancısıydı ne kramp… Bir noktada nefes almayı bile zorlaştıran bir baskı gibi hissettim. Temponun düşmesi kaçınılmazdı. Her CP’de durdum, her jel alımında nefeslenmek zorunda kaldım. Ama durmak, bırakmak değildi. Her molada kendi kendime “iyi gidiyorsun, ayakların seni taşır” dedim. Pace 5:50’lere kadar indi ama adımlarım hâlâ kararlıydı. Son 4 kilometrede artık acıya değil, finishe odaklandım. Koşarken sesleri duymuyordum, sadece o cümle dönüyordu kafamda: “Ne olursa olsun, devam et.”

    Finish – Bitirmemek Değil, Tamamlamak

    Finişe geldiğimde kalabalığın görüntüsünden ortamın sesli olduğu anlaşılıyordu ama herkes susmuşçasına ben bir şey duymuyordum ve ben de sessizdim. Son km’lerde saatime bakmayı bırakmıştım, finishte de ekranda adım yazmıyordu. O an kafamda daha da netleşen bir şey vardı, bu yarış benim için bir skor değil, bir dönüşümdü. Sudan çıkarken hissettiğim çaresizlik, koşuda yerini sakin bir güce bırakmıştı. Yarışı planladığım gibi bitirmedim, ama kendimi yarı yolda bırakmadım. O yüzden bu benim için “bitmemiş” bir yarış değil, tamamlanmış bir süreçti.

    Finish çizgisini geçtiğimde içimden tek bir cümle geçti: “Artık biliyorum, devam etmek pes etmekten daha zor ama daha anlamlı.”

    Evet, o gün orada, Ironman 70.3 Türkiye benim için sadece bir yarış değildi. Bir dönüm noktasıydı. Korkularımı, tedirginliklerimi, hatta kendi sınır algımı geride bırakmanın hikayesiydi. Ve şimdi geriye dönüp baktığımda şunu hissediyorum: Ben o gün değil tüm bu yolculuğun içinde Ironman oldum belki, ama asıl kazandığım şey, kendime inanmayı öğrenmekti.

    Sonsöz – Bitmedi

    Yarıştan sonra, ertesi gün otelde eşyalarımı toplarken, o sabahki sessizliği yeniden duydum. Her şeyin içinde bir dinginlik vardı. Artık su bana korku değil, dengeyi hatırlatıyordu. Bisiklet, acele etmemenin değerini; koşu ise bazen yavaşlamanın da bir güç göstergesi olduğunu öğretmişti. Bu yarıştan geriye kalan tek şey madalya ya da süre değildi, kendime dair kazandığım yeni bir bakıştı.

    Belki bir gün kürsü görürüm, belki görmem. Belki Ironman World Championship bir hayal olarak kalır, belki de bir gün oraya giderim. Ama artık biliyorum ki, mesele o çizgiyi ne kadar hızlı geçtiğin değil, o çizgiye gelene kadar kim olduğun.

    Bu hikâyeyi sadece kendim için değil, bir gün büyüyüp “babasının nelerden geçtiğini” merak edecek oğlum için de yazmak istedim. Belki o da bir gün okur, ve anlar ki, babasının yaptığı şey sadece yarışmak değilmiş, yeniden başlamaktan, korkuların üzerine gitmekten, ne kadar geç olursa olsun denemekten çekinmemekten ibaretmiş.

    Kırk’tan sonra triatlona başladım, ama aslında kırk’tan sonra kendime döndüm. Her antrenman, her yarış, her aksaklık bana aynı şeyi hatırlatıyor: Bitirmemek değil mesele, devam edebilmek. Ve ben devam ediyorum.

    Bitmedi. Ve iyi ki bitmedi.



    İçerikleri yıllara, bölümlere ve konulara göre
    görüntülemek için arşive göz atın...

    Ersin Yılmaz © 2025.