Anlat(ama)mak!
Tebessüm ediyorum sebepsiz sebepsiz ve içim bir hoş, tam da bu satırlarıma başlarken. Bütün benliğimi kaplayan melodilerin eşliğinde. Bir de aklımın ucunda bir köşede, parmaklarımın ucunda ve de kalbimin derinliklerinde bir yerlerde dile gelmek isteyen ama dillendiremediğim duygularım var her yerimi saran.
Bu satırlara dökebileceğimi düşündüğüm duygular... Sözcüklerle şekillenmesini, hayat bulmasını beklediğim. Tıpkı benim ruhumda hayat bulduğu gibi! Hayatıma renk kattığı gibi! Şimdi bu renklerin harflerle çizilmiş bir de resmi olsa!?
Tebessüm ediyorum yine bu satırlara başlarken dahi dilimin ucundaki baklayı çıkarmanın pek kolay olmayacağını bildiğimden ve yine biliyorum ki baklanın çıkması için aynı tebessümle kırk takla atarken parmaklarımdan çok çene kaslarımın yorulacağından.
Hem ne kadar zor olabilirki bir insanın duygularını ifade etmesi. Ne kadar yetersiz kalabilir sözcükler. Ne kadar yeteneksiz olabilir bir insan, milyonlarca kelimeye değer bir bakışın bile resmini çizebilmek için. Oysaki ne resimlerin ne de sözcüklerin bir anlamı olmuyor tüm bunları yapmak isterken, her seferinde yapamıyor oluşumuzla yüzleşeceğimiz gerçeği tam burada duruyorken. Hani iki kelime yeter diyoruz ya, yetmiyor işte.
Debelenip duruyoruz her bir harfi yanyana dizip sözcüklerle cümlelerimize bir anlam katarken. Debeleniyoruz yine o anlamların içine kendimizi sıkıştırırken. Debeleniyoruz içimizdekini çıkarıp ortaya koymaya çalışırken. Sadece debeleniyoruz ama. Debeleniyoruz çünkü yetmiyor bu sözcükler, yetmiyor en güzel resimler bile, yetmiyor bir bakış bazen, yetmiyor iki kelimelik büyü. Ne kadar yeterli olabilir ki hem? Yetmiyor çünkü, bu kadar da basit değil hem. Basit değilki işte aklımızdan geçenler, basit değil ruhumuz, basit değil hislerimiz, basit değil sevgimiz bu kadar.
Görseniz şimdi halimi, cümlelerimi bitirebilmek için bile dayanamıyorum havanın bunaltıcı sıcağına ve şekilden şekle giriyorum bir yandan oturduğum yerde rahat edemiyorken, bir yandan da bilgisayarın sıcaklığından. Yerimi değiştirip duruyorum, en rahat yeri iki yıldır keşfemediğim gibi bu evde. Şimdi ise cam kenarında, ayaklarım sehpanın üzerinde, sırtım koltuğa yaslanmış, kucağımda minder ve üzerimde bilgisayar. Sırf bu anı canlandırmak için bile bir paragraf daha feda ediyorum debelenmelerime. Ne kadar komik değil mi? Sadede gelmek isteyip gelemezken saçmalamak!
Aslında meselenin bir süre sonra "sadede gelmek" olmadığını da anlıyoruz. Belkide biliyoruz en başından beri. Biliyoruz ama yine de bekliyoruz sadedi. Evet, aslında meselenin sadede gitmenin ötesinde "sadede giderken" de olduğuna eminiz hepimiz. Peki neden sonuca bakıyoruz ki o zaman, hala. Ben bile bunları yazarken sonuca bakıyorum, hatta sonuçtan bahsetmek için bir paragraf daha feda ediyorum. Sadede giderken... Üstelik hiç bir zaman sonuca varamayacakken.
Bir önceki paragrafın son cümlesi ile gerisi arasında epey bir zaman farkı var bir yandan, daha önceki paragraflarda ve satır aralarında olduğu gibi. Debelenmelerimin sonuç bulamayıp mola verişimin ardında aslında "sonuca giderkenki" yaşananların birikmişliği var bir yandan da açığa çıkmayı bekleyen. Açığa çıkamayıp satırlarıma küsen. Naz yapan. Deşifre olmak istemeyen. Beni de debelenmekle oyalayan...
Ama yine de kaynıyor suyu bu satırların artık, bende altını açtıkça açıyorum ocağın. Ocağın altını açtığım günden bu yana bir hafta daha geçti sanırım bu paragrafın ilk cümlesinden sonra bu cümlenin başına kadar. İç mekan, dış mekan, üç farklı ev, bir iş yeri, dört-beş kafe, yaklaşık üç ay... Bu satırların alt alta dizilmesi sürecinin resmi. Sıkıldım artık, yoruldum. Bıktım, usandım. Belkide bu sabah tersimden kalktım. Belkide çıkıp kurtulamadım duygularlımın bu karmaşık ağından. Çıkıp bakamadım tepesinden bu resmin bütününe. Baktığımı sanıp anlatamadım belkide. Anltabildiğimi... Yok yok. Bu kadarmış.
Bitiriyorum. Tarifi yok bu zamanların çünkü. Hani iki ucu b.klu değnek vardır ya, öyle değil. Hem iki ucu hemde orta noktası b.klu. Avucunuzun içine alıpta tutamıyorsunuz sıkı sıkı bir de. Ya da parmağınızın ucunda dengede de tutamıyorsunuz öylece. Hani bilen bilir belki jonglörlerin devil stick oyuncağını. Elinizde ki bir çubukla başka bir çubuğu kontrol edersiniz evire çevire. İşte bende elime almışım başka bir çubuk ne orta noktasına dokunabiliyorum kontrol etmeye çalıştığım çubuğun ne de uçlarına. Üstelik becerememde devil stick çevirmeyi her ne kadar bu oyuncakları sevsemde. Neyse, bir de aklıma "yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal" geldi. Neyse... Bu da burada kalsın.
Bitiriyorum bu zor zamanlarımın ve aynı zamanda eğlenceli, keyifli, sıkıcı, neşeli, huzurlu, mutsuz, kızgın, kırgın, huysuz, mutlu, nazlı, şımarık ve de bitkin zamanların tarifsizliğini... Bitiriyorum bu satırları. İfade edemediğim onlarca şey için de özür diliyorum tüm yakınlarımdan, sevdiklerimden, bu satırlarımı okuyan okurlarımdan... Özür diliyorum ifade edemeden bitirdiğim için bu satırları, Ve anlatamadığım hislerim için kendimden.
Bitiriyorum, akışına bırakarak hayatı. Anlatamayarak. Orta yolsuz, sonuçsuz.
Paylaş